DÜN HALA BUGÜN…
- harun gumuser
- 20 May 2022
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 May 2022

DÜN HALA BUGÜN… 17.05.2022
Güneşin feri gittiğinde, karanlık çökmekteyken, sanki dünyanın en güzel anları yaşanır..
Bu sakinleştirici alacakaranlığın ardından gece başlar. Gece oldu mu da insan bazen sığınabileceği bir ses aranır..
Bazı bazı bizim mahallenin barına gidiyorum. İkiye’dir gidiyorum desem daha doğru. İlk gitmem, biraz ilk tanışma gibi. Çekinik bir hisleyim. Bir tabureli bistroda oturuyorum. İlk gidişimde damsız girmenin sorun olup olmama ihtimalini de düşünmüyor değilim..
Endişelerime rağmen, bu gidişimde daha samimi olarak tanımaya başladığım ama o zamanlar hem bana yer gösteren garson hem de yakınlık gösteren barın müdiresi sayesinde, çekincelerime gerek kalmadan buyur edildiğimi unutmuyorum..
Haliyle bu kez hiç düşünmeden aynı yere tekrardan gittiğim de saat 11’i geçiyor. Hem pazartesi olması sebebiyle hem de saatin geçkinliği düşünüldüğünde, en fazla 12’ye kadar açık kalırlar diye düşünsemde zaten fazla kalmaya niyetli değilim..
Mekan da üç yada dört masa var oturan. Sakin olduğu için bara kadar ilerliyorum. Barmen’e bakıyorum. Barmen’in yüzüne baktığım an gördüğüm kişiyi kesinlikle tanıdığım hissiyle doluyorum. Barmeni çalışırken izlerken, kendisiyle daha önce tanışıp tanışmadığımızı soruyorum. Kafasını kaldırıp kısaca bana tekrar baktıktan sonra, daha önce Bayrampaşa 500 evler de bulunup bulunmadığımı soruyor. “Hayır” diyorum.
“Sen ne işle uğraşıyorsun” diye soruyor, “tekstille uğraşıyorum” diyorum. “Bir zamanlar moda, tasarım işleriyle uğraştım” eklemesinde bulunduğum anda, gerçek ortaya çıkıyor. Bundan 15 sene evvel Nişantaşı’nda LCC isimli özel moda okulunda birlikte okumuşuz meğer, sınıf arkadaşıymışız..
Siması fazlasıyla hatırlanır nitelikte. Metallica’nın solistini andırıyor. Saçları uzun, eskiden beri.. Faulleri de. Uzunca yüzü..
“Ne içersin” diye soruyor, bir küçük bira istiyorum. Carslberg veriyor.
Fazlaca meşgul olduğu için müsaade istiyor. Ben barda oturuyorum hala. Ardından yüzümü salona dönüyorum..
Yazdan bir akşam, bazı masalar artık bahçe de oturmakta. İç mekanda ise birkaç masa var. Barın en sonlarında ise bir kadın tek başına oturuyor.. Mütebessim bir edayla, halinden memnun.
Benim bulunduğum yerle kadının arasında 2-3 metre kadar bir mesafe var ya da yok. Barmen arkadaşımla sohbet etmeyi beklerken, ben yaşlarında ki kadınla bakışıyoruz. Güleryüzlü ve olumlu bir havada olduğunu görüyorum.
Bu ifadeden cesaretle, daha önce bu mekana gelip gelmediğini soruyorum. Bazı bazı geldiğini söylüyor. Benim moda okulundan arkadaşımla da arkadaş olduklarını, arkadaşıma ismiyle seslendiğinde anlıyorum.
Biraz yüksek sesli sohbete koyuluyoruz. Oturduğumuz muhitlerden birbirimizi haberdar ediyoruz. Derken yaptığımız mesleklere, okuduğumuz okullara uzanıyor sorular. Bu noktadan sonra kadın beni daha yakınına, masasına davet ediyor. Karşı sandalyesine biraz ortalıca oturuyorum.
Arkadaşımız İzmirli, annesi Bulgar göçmeni bir röntgen uzmanı. Babası emekli mit mensubu. Ablası 17 yaşında üniversite diploması alabilmiş bir deha. Kendisi ise Fransızca ve İngilizce öğretmeni. Şimdilik bu mesleklerine ara vermeyi düşünüyor. Aklında yeni fikirler var. Yeteneklerini ticari hayatta değerlendirmeyi planlıyor.
Benim de İzmir Yamanlar lisesinde iki sene okuduğumu konuşuyoruz. Okuldan haberdar. İzmir’in kendine has mekanlarından bahsediyoruz. Bizim okulun yatılı olan bizim gibi öğrencilerine, cuma ve cumartesi çarşıya çıkabildiğimiz saatlerinde gittiğimiz Karşıyaka cafelerinden birini soruyorum.
-Saklıbahçeyi bilir misin?
-Bilmez miyim..
Bostancı-Balçova deniz feribotunu ve Kınık sodasını konuşuyoruz.
Soru üzerine sorular soruyor, ben yetişemiyorum. Bu kez kendi anlatmaya başlıyor:
Babasının 15 Temmuz olaylarında canını sıkabilecek mevzular yaşıyorlar. O da babasından emekli olmasını istiyor. Hem üstelik babası o sıralar 72 yaşında. Kızının ısrarlarına dayanamıyor ve emekliliğe ayrılıyor.
Avrupayı köylerine kadar dolaştığını oysa ortaasyayı ve uzak doğuyu hiç görmediğini belirtiyor.
Eğer bir gün nerede yaşamak istersin diye sorarlarsa Fransa’nın Nice kestinde yada Karadağ’da yaşamak istediğini hayranlıkla anlatıyor.
Mekanda rock müzik çalmakta. Biraz Adam’lar, Biraz Cranbberies, biraz Büyük ev Ablukada..
Barın televizyonunda Seinfeld dizisi 2000’lerin cnbc-e’sini seyrediyorsunuz tadında.
Saat ilerliyor, çalışanlarda da hafiften gitme hazırlıkları var. Masadan müsaade istemeden önce isminin Pelin olduğunu öğrendiğim yeni arkadaşımın İnstagram kullanıp kullanmadığını soruyorum. “Şimdilik kullanmıyorum” diyor. Yeni işine başladığındaysa bütün sosyal medya araçlarını fazlasıyla etkin olarak kullanacağını ekliyor.
Benimle ilgili sorduğu soruların en can alıcı olanlarına bir çırpıda cevap veremeyeceğimi anlatıyorum. Bu yüzden de bir kitap yazmakla da meşgul olduğumu, en azından bütün bu açıklanması zor durumları açıklamaya çalıştığımı belirtiyorum.. ayrılmak için doğru zaman olduğunu düşünüyorum.
Müsaade istiyorum, kendisinden evvel kalkıyorum..
Bar kapısının çıkışında eski moda tasarımdan barmen arkadaşım Adnan’la yeniden rastlaşıyoruz. Üç arkadaş oturuyorlar. Müşteriler gitmiş, biz bize haldeler..
Masada bana ilk geldiğimde servis yapan garson da var. Bir de bir arkadaş daha. İlk gelişimde menüde olan sıcak şaraptan mevzu bahis açılınca masada kaynaşıyoruz. Hemen o an, bir arkadaşlarını görüyorlar -Mehmet-. Mehmet de yanımıza geliyor, selamlaşıyoruz. El sıkışıyoruz. Birbirimizin yüzüne bakıyoruz ama bakışlarımız uzunca süre birbirini tanımaya çalıştığını Mehmet’in daha önce tanıştık değil mi sorusuyla, farkediyorum. “Siz de bana hiç yabancı gelmiyorsunuz” diyorum.
İşlerimiz den okullarımızdan bulmaya çalışıyoruz birbirimizi. Mehmetin hem bir enerji firması, hem bir yazılım şirketi hem de Eminönü’nde bir Diyarbakır restoranı var. Restoran et üzerine, şiş ciğer, ora usulü. Ama menüye Mardin Diyarbakır yörelerinin şarabının girdiğini de atlamıyor. Öyle tasla içilen cinsden.
Mehmet’le sonunda nereden tanıştığımızı buluyoruz. İkimiz de aynı üniversiteye gitmişiz, aynı kampüsler de ingilizce hazırlık dersi almışız, aynı kampüsler de Bahar Şenliklerine gelen müzisyenleri dinlemişiz. Mor ve Ötesini’nin ve Manga’ nın çıkış günlerinin bizim zamanımıza denk gelişinden konuşuyoruz..
Mehmet benden farklı olarak, İnşaat mühendisi olarak mezun oluyor, Üstelik hemen akabinde Endüstri müh. Bölümüyle çift anadal yapıyor, yetmiyor, Beykent Üniversitesinde Sosyoloji bölümünü de üçüncü bölüm olarak eğitim hayatı içersine sığdırıyor. Eğitimleri esnasında kurduğu yazılım ve lojistik firmasıyla da hem Estonya’nın twitter şirketinin alt yapısını hazırlıyor hem de Türkiye’nin ilk çok amaçlı lojistik şirketlerinden birini kendi başına kurmayı başarıyor.
Mehmet lojistik şirketini 2007 senesinde Bahçeşehir de bir ofis kiralayarak kuruyor...
Sonrasında ise Kazakistan da bir on yıl kadar zaman geçiriyor ve enerji alanında da çalışmaya ilk kez bu zamanlar başlıyor. Şimdiler de dünyanın en büyük petrol şirketlerinden SHELL’in petrol arama aşamalarında ihtiyaç duyduğu yedek parça sanayisinin pazarlamacılığı ile meşgul..
Ben dokuz sene de tek bir bölümünü zor bitirdiğim okul hayatımda, Mehmet üç ayrı bölümü bitirerek büyük başarı gösteriyor. Bir barda, yeniden tanıma fırsatı bulduğum eski okul arkadaşıma karşı bir hayranlık duyuyorum. Mehmet ilk selamlaşmasın da ki mütevaziliğini hala koruyor. Belki en çok da bu haliyle yani bir çok şeyi başarmış olup da küçük dağları kendisinin yarattığını düşünmeyen halini, saygıya değer buluyorum..
Tam bu esnada barın iç tarafında tanıştığım Pelin’den bahsediyorum Mehmet’e ve masada ki arkadaşlara. Pelin’in de Hacettepe Fransız dili ve 9 Eylül’de de İngiliz dili ve edebiyatından mezun olduğunu açıklamalarında bulunuyorum. Pelin’in de kendisi gibi başarılı bir insan olduğunu, bu konuda ki benzerliklerini belirtiyorum. Hatta Pelin’in elektro gitar ve bateri çalabildiğini üstelik grup 84 isimli müzik grubunda bateri çalmışlığını anlatıyorum. Bir de, Mehmet’e sevgilisi yoksa, Pelin’in tam olarak kendisine uygun bir eş olabilir profilinde olduğunu biraz muzipçe söyleniyorum.
Pelin’le biraz önce tanıştığımı lakin kendisinin başarı seviyesinin benimkinden çok Mehmet’in başarı seviyesiyle kıyaslanabileceği hususuna dikkatleri çekiyorum..
Mehmet de kızı merak ediyor, içeri de telefonla konuşan kişiyi işaret ederek Pelin’in gösteriyorum. Hatta o an kendisini Pelin’le tanıştırmak için müthiş bir istek duysam da yine eski moda okulundan arkadaşım Adnan, yani barın Barmeni, bu duruma engel oluyor. Pelin’in bir abilerinden kendilerine emanet olduğunu ve saçmalamamız gerektiği uyarısında bulunuyor, biz de kendi aramızda ki erkek muhabbetimize geri dönüyoruz…
Oturan bir diğer arkadaşımız Yıldırım. Yıldırım’la ilk kez tanışıyoruz. Kendisinde tam bir kazanova tipi var. Yıldırım’ın zihnimde uyandırdığı tipi daha Yıldırım’ı tanımadan masada ki arkadaşlara ve Yıldırım’ a anlatmaya çalışıyorum:
“Bir gün Nişantaşında’yım, tam olarak Teşvikiye Camisine yaklaşmaktayım, House cafe birkaç adım önümde. Bir mini etekli, takım elbiseli şık bir kadın, reasürans binasına doğru ana yolu geçiyor, sivri topuklu ayakkabılarının çıkardığı sesle birlikte. İşte tam o an, “Yıldırım” tipinde ki bir adam, kadının peşinden düşünmeden koşup, karşı kaldırımda yetişiyor. Sanki sokak büyülenmişçesine seyredursun bu etkileyici kadını, Yıldırım tipindeki adam çoktan kadından bir randevu koparmanın çabasında..”
“İşte” diyorum ”Yıldırım ben sana bakınca tam olarak böyle bir tip canlanıyor aklımda”. Hemen peşi sıra Yıldırım da kendi örneğini kendisini tanımamız gayretinde anlatıyor :
***
“Bir gün Bodrumdayım, bir cafe gibi bir yerde oturuyoruz. Önümüzde de birkaç kaç kadın var. İçlerinden biri diğerlerine göre çok hareketli, yerinde duramıyormuş gibi.. Ben dayanamıyorum bu duruma daha fazla ve ayağa kalkıp kadının yanına gidiyorum. Kadınla karşı karşıya geliyoruz. Sakin bir hareketle kadının burnun üzerinde duran güneş gözlüğünü çıkarıyorum. Göz göze bakışıyoruz.”
-Hanımefendi sizi s..mek istiyorum.. (diyorum)
-…. (Kadından ses yok)
”Ardından kendisinden bir cevap yada bir tepki gelmeyince kısa bir açıklamada bulunuyorum. Biraz da atarlıyım”:
-Uzunca süredir bakışlarım size takılıyor, yeriniz de duramıyorsunuz, belli ki bir sıkıntınız var, o yüzden ben size bu konuda yardımcı olabilirim diye düşünüyorum..
-…..(yine sessizlik)
Cevap gelmeyince masama geri dönüyorum. Kadından hala ses yok. Derken ertesi günü Yıldız Tilbe konseri var, ben de gidiyorum. Konser esnasında bir el omzuma dokunuyor. Dönüp bakıyorum, bir kadın, önce tanıyamıyorum, ardından beni ensemden tanıdığını söyleyen kadını bir gün önce gördüğümü hatırlıyorum. Sonrası malum. Buluşuyoruz bir kere. Ardından bir kere daha arıyor beni. Bir kez de öyle görüşüyoruz..”
***
Yıldırım’a böyle soru sorma cesaretine nasıl sahip olduğunu soruyorum. “Çocukluktan, Koca Mustafa Paşa’ lıyız biz. Haliyle sokakta öğrendik..” diyor.
Mehmet Akif’le telefonlarımızı birbirimize veriyoruz.. Sonra da ikram ettiği bir shot vodka’yı fondipliyoruz.. Öyle müthiş bir acılık var ki tadında, acımsı surat ifademe yine Mehmet bir hıyar turşusuyla yetişiyor, saat 3’ü geçmekte, vedalaşıyoruz, yeniden rastlaşmak niyetiyle, ayrılıyorum..
Uyunmamış bir gecenin ertesi günü ise, bu kez ilk kez bir Suriyeli arkadaşıma ev ziyaretinde bulunuyorum.
Mohammed’e..
Mohammed’le arkadaş olalı yaklaşık 2 ay kadar oluyor. Aslında tanışalı iki ay kadar oluyor, arkadaşlığımızın temelleri ise yeni atılıyor demek daha doğru. Mohammad’le tanışmamızın kökleri ise eskiye dayanıyor..
Bu Suriye karmaşalarının çok evvelinde ağabeyimin bir Fransa fuarı seyahatinde, uçak’ta ki koltuk arkadaşı ile sohbetinden bir dostluğun çıkmış olmasına ben hala şaşkınım.
Ağabeyimin bu tanışıklığı sayesinde Halep’i ve farklı bir kültürü ilk kez bütün aile tanıma şansı yakalıyoruz. Suriye’deki düğünlerine misafir oluyor, Suriye geleneklerini yakından tanıyabiliyoruz. Maaile, cümbür cemaat gidiyoruz üstelik Halep’e. Bir akşam vakti, gelin alma merasimine dahi eşlik ediyoruz. Ağaçlıklı sokaklarında ki geniş yapılı apartmanlarının merdivenlerinde bekleşen pek güzel ve zarif nedimeleri hala hatırlıyorsam, bunun en önemli sebebi bütün ritüelin samimiyet içerisinde gözlerimizin önünde cereyan ediyor olmasıdır sanıyorum.
Hem sonra nedimeleri öyle güzel kıyafetler içerisinde gördüğümde, dinsel ritüellerin de bu insanların ikliminde bizimkinden daha büyük bir zerafetle yaşandığını itiraf etmeli…
Bir de beni en çok etkileyen olaylardan bir diğeri, damadın babasının, oğluna gösterdiği ilgi ve sevgi. Damat genç arkadaşları tarafından başlarının üzerine kaldırılıp çoşkuyla kutlanırken, baba da evladını başlarının üzerime kaldıranlar arasında. Galiba aklımda en çok şöyle bir manzara var. Neşeli ve mutlu insanlar.
Ne enteresan ki bu mutlu insanlar, hayatın en zor imtihanlarına (savaş ve göç) göğüs germek zorunda kalmışlar, ve mücadele vermekteler..
Kendi memleketlerinin Devlet erkanıyla da yakından ilişkili bu dost ailemiz, savaştan dolayı bütün varlıklarına veda edip yeniden gurbete ev demek zorunda kalsalarda, tekrardan yaşamaya başlama azmini kendilerinde bulabilmişler..
Böyle bir sıkıntının zaman içerisinde ailenin fertleri arasında ki bağları da kuvvetlendirdiğini söylemeliyim.
Yeni yetişen nesillerininse günümüz endüstrilerini en yüksek dereceyle öğrenip iş bilir olmalarını, ailesel disiplin olarak söylemek en yerinde olanı sanıyorum.
Yeniden sıfırdan başlanmış bir hayatta, gurbette 11-12 yılı bırakılırken, önlerine bakıp geliştirdikleri iş fikirlerinden birinde ısrarla sebat etmişler ve ekmeklerini çıkarmayı başarabilmekteler..
İşte babamın da annemin de hiçbir zaman Suriye’li dostlarını, başlarına gelen bu hazin hikayede yalnız bırakmamaları ve dostluklarını her şeyin üstünde tutabilmeyi başarabilmeleri, biz çocuklarına verebilecekleri en büyük ders oluyor diyebilirim..
Yeni hayatlarında dostumuz sevgili Kabudan ailesinin yeni yetişen neslinden ilk Safi’yle arkadaş oluyorum. Safi mimar ve şimdiden pek çok projeyle ilgileniyor. Yaşı henüz daha otuzunun başlarında. İlk kez kıvır kıvır saçlarıyla sıra dışı bir Suriye’li imajıyla, bu genci ailesinin yanında farkettiğimde şaşkınlığımı gizlemiyorum. Safiyle hemen instagram arkadaşı oluyoruz. Paylaşımlarını takip etmeye başladığımda ise müzik zevkinden, tasarım becerisine, hayata bakışından, mizah anlayışına pek çok ortak noktamız olduğunu anlıyorum.
Safiyle olan arkadaşlığımızın 2.yılında Safi’nin arkadaşlarıyla da tanışma fırsatım oluyor. Öylesine benimkine benziyorki hayatları, onlarla anlaşmak benim için hiç kimseyle olmadığı kadar kolay oluyor.
Gençlik hallerinin getirdiği normallik içerisinde ailelerinden ayrı evlerde yaşasalarda aile birliğinden ödün vermiyorlar..
Mohammed’ide böylece Safi vasitasıyla tanımış oluyorum. Zaman zaman ayaküstü sohbet ediyor, birbirimizle whatsap üzerinden haberleşiyor ama tam anlamıyla boylu boyunca bir sohbeti ilk kez yapma fırsatı buluyoruz..
İşte o da bugün oluyor.
Mohammed de Safi gibi Mimar. Bunun yanı sıra sanata ve hayata olan bakışını ilk kez bu kadar yakından tanıma şansı bulabildiğim yetenekli bir sanatçı..
Asansörle en üst kata kadar çıkılan 5 katlı, teraslı bir Avcılar apartmanındayım. Mohammed buraya iki yıl önce Antepten taşınmış. Tam da arkadaşı taşınmak üzereyken, evin yeni kiracısı oluyor..
Mimar arkadaşımın evine ilk girdiğim anda evin beklenmeyecek derecede derli toplu, samimi, iyi dizayn edilmiş ve yaşam dolu oluşuna şaşırıyorum..
Yanlışlıkla birisi hem benim oturduğum eve hemde Mohammed’in evine ziyarete gelse ve hangimizin göçebe olduğunu tahmin etmesi istense, göçmen tipine beni daha çok yakıştıracağını sanıyorum.
Kendi evimdeymişçesine rahat edebildiğim, ayaklarımı koltukta istediğim gibi uzatabildiğim, toplayabildiğim ve büyük bir hoşgeldinle buyur edildiğim bu yuvada çok samimi hislerle doluyorum.
İçmek için her şey mevcut, çay, nescafe, kola, istersem bira…
Ahududu çayına karar veriyorum.
Derken evin detaylarını keşfe çıkıyorum oturduğum yerden. Ufak ufak. Hem birbirimizi de tanıma fırsatı oluyor. Öncelikle ilgim odada ki değişik saksı bitkilerinde. İlk kez saksıda yetiştirilen mango ve avokado benzeri süs bitkilerine şaşırıyorum. Ardından evin içerisinde ki yerleşimin, duvarlarda ki kitaplıkların ve dekorların, sonra sonra ise ustaca sulu boya ve kara kalemle çizilmiş minimal bitki resimlerine bakınıyorum.
Böylesine bir evi bulabildiği için Mohammed’de kendisini çok şanslı hissediyor. Ne yazık ki bugün emlakçısından aldığı olumsuz bir haberden dolayı ise keyfi biraz kaçık.
Ev sahibi ile hiç tanışmamış. Emlakçı bir nevi mülk sahibi gibi davranabilme yetkisine sahip. Evin sahibinin evi bir başkasına 20 gün önce satmış olduğunu bugün öğreniyor. Yeni ev sahibi de bütün dairelerin boşaltılmasını istiyor. Yeni ev sahibi binayı yıktırıp yerine dubleks türü dairelerle yapılı yeni bir apartmanın yapımına acilen başlamak niyetinde. Talihsizlik işin şurasında ki evin kontratı da tam olarak 15-20 güne bitiyor. Oysa Mohammad kontratı yenileme düşüncesi içerisinde. Şimdiye değin her bir kirayı tam gününde gecikmeksizin ödemiş. Normalde 6 ay öncesinden kiracının bu durumdan bilgilendirilmiş olması gerekirken böylesine ani bir haberle daireden çıkmasının istenmesi , Mohammed’i oldukça zor durumda bırakmış. Avukatının yardımına başvurarak ev sahibinin kendisini 6 ay dan önce evden çıkaramayacağının da gayet bilincinde ve farkında. Fakat ev sahibi diğer bütün kiracıları evden çıkarabildiği için ve de Mohammad’in kontratının da birkaç güne biteceğinden, apartmanın suyunu ve elektriğini topluca kesebilecek durumda. Ev sahibi burada bir an önce inşaata başlanması konusunda ısrarcı.
Bu güzel evi öncelikle böyle acı bir hikayeyle tanımaya başlamak, beni de üzüyor.
Müziği tv’den diniyoruz tv internete bağlı, youtube programındayız, ve bir progressive house music çalıyor, sesinin ayarı tam yerinde, ne yüksek ne alçak, müzik tercihi ise benimkiyle nasılsa aynı..
Avcıları, evine gidip gelirken metrobüsün sunduğu kolaylığı, evin içine dolan denizin kokusunu, hissini, yakınlığını, mahallenin dışarıdan anlaşılmayacak derecede ki sükunetini, araç sesinden uzaklığını, martıların seslerini dinliyor, uzun uğraşlar verdiği çalışmalarını ve bazılarını sergilediği duvarları bu kez biraz daha dikkatli inceliyorum..
İlgimi ilk olarak kitaplığın orta noktasında yer alan “One Love” yazılı Bob Marley resimli bir defter çekiyor. 20 saat öncesine gitsek, barda tanışma şansı yakladığım Pelin’le konuştuğumuz konulardan birinin Brüksel’de dinlediğim “One Love” isimli şarkı hakkında oluşunu hatırlıyorum. Pelin Brüksel’i o kadar matah bir şehir bulmazken benim Brüksel’i ve temsil ettiği kardeşlik ve barış duygusunu, memleketlerin en birincisi ilan edişime beklenmedik bir destek ansızın Mohammad’in evinden geliyor.
Mohammed’den müsaade istiyor ve kitaplığın bir fotoğrafını çekiyorum.

Tabi kitaplığın her bölümünün ayrı ayrı bir ifade oluşturduğunu akabinde seziyorum ve bu kez ilk kez tanımakta olduğum arkadaşımın sanatsal bakışını anlamaya çalışıyorum.
İncelediğim ifadelerden birisi, 80 lerin bir fotoğraf makinasının önünde hikaye edilmiş. Bir kedi ve bir kuşun yan yana birbirlerine zarar vermeden durabilir oluşları bana pek anlamlı geliyor.

Hemen üst tarafında eski dönemlerden kalma çalar saatleri görüyorum. Saatlere bakıyorum. Saatlerin kaçı gösterdiklerine bakıyorum. Bir tanesi 6 yı 7’i geçiyor ve 22. Saniyesinde. Diğerinin akrebi ise 8’i 1 geçiyor. Saniyesi 12’de.. Sonra yan yana diziyorum hayalimde bu rakamları, 6.7.22 ve 8.01.12, elimde anlamsız iki rastgele tarih..Ardından bir düşünce beliriyor, saniyelerin yıllara tekabül edişi kendi çapında gülünç geliyor . Sanki yıllar saniyeler kadar hızlı geçmekte.. Günlerse saatler kadar yavaş. Demek o ki, bu hayatta en yavaş geçen şey günlerimiz..Bu konuyu Mohammed’le hiç konuşmadan içimde düşünüyorum.
Bir diğer mizansene takılıyor bu esnada gözüm. Buranın arka planında da bu kez Topkapı Sarayının sınırlarında yer alan Aya İrini kilisesi var:

Osmanlı’ya hiç bu perspektiften bakmadığımı ilk kez fark ediyorum. Onlarca zaman Ayasofya’nın aslına uygun ibadethane haline geri dönmesini yürekten dileyen ben, sessizleşiyorum. Simgesel olarak Ayasofya’yı dönüştüren atalarım, sarayının bahçesinde, Aya irini kilisesine ise sahip çıkarak, hatta iyi derecede koruyarak, farklı inançlara olan saygısını ve bakışını tam da bu an net algılayabiliyorum. Osmanlı zihniyetinin ne demek olduğunu bu mizansen yardımıyla şimdi daha iyi anlayabiliyorum.. Bu eşsiz anı bana aktarabilen Mohammed’e ilk kez o an, içimden gelerek, yeniden “Hoş geldiniz” diyorum..
Duvarların birinde Roma’nın ünlü spor arenası, Collessiumdan bir detay da var..
Bir diğer biraz daha gizli saklı, mahrem sayılabilecek bir duvarda ise Muhammed’in tuvale yağlı boyayla resmettiği, şaheserini inceliyorum. Mohammed bu resmin benim için ne ifade ettiğini detaylı bir şekide duymak istiyor..
Eseri parça parça bendeki anlamlarıyla anlatıyorum. En son bir beyaz renkte yeniden buluşuyoruz.. Üstelik bu kez bütün bir insanlık olarak.. İyiliğe olan inancın vazgeçilmez manasıyla, hepimizin içimiz de ki saflığa olan inanışında, bir oluyoruz..
Bu tabloyu öyle detaylıca özümsedikten sonra, tabloyu nasıl ticarileştirebileceğimizin üzerine de kafa yoruyoruz. Bir sanatçıyla sohbet etmenin ve dünyaya bir sanatçının gözünden bakmanın ne büyük hoşluk olduğunu, yeniden hatırlattığı için, tanrıya sessiz bir minnetle doluyorum…
Veda ederken arkadaşıma, mutfağına varan güneşin son ışıklarını da fotoğraflıyorum.

Kendisinden önce ki arkadaşından kendisine hediye olarak kalan Yoga ağacı ile de ayrılırken tanışıyorum. Bu ağaç ki, soğuk iklim ağacı olmakla beraber, küçücük bir daldan büyük ve kalın bir ağaç haline gelmeyi başarmış. 20 gün öncesinde de ilk kez yapraklarını açmış. Arkadaşım Mohammed de bu güzel ağacın küçük dallarını yine saksılarda çoğaltmaya gayret ediyor ve bir sonra ki on yıllara ağaç olmalarını ev ödevi sayıyor.. Üstelik dediğine göre bu ağaçtan yapılan bir sopanın dünyanın en sert sopası olduğunu da idda ediyor..

Pek çok detayını aktaramadığım bu iki günüme olduğu kadarıyla sizlerde eşlik ettiğiniz için teşekkürler..Başka yazılarıda yeniden görüşmek dileğiyle…
İ
Comments